Sayfalar

11 Şubat 2013 Pazartesi

SİZ, SAATLERİ


Sizi saatleri yaşadınız. Zamantaşlarını. Niceldir saatler. Adsızdırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerinden alırlar.
Aylar birbirinin içinden yürüyebilir. Ağustosta bile Marta gönderme vardır. Yine de gönderme mevsim mantığıyla sınırlıdır.
Günlerse bambaşka. Bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. Günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde.
Siz, saatleri yaşadınız. Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım.
Aylar ayları açıklıyor.
Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey aşk : En büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlemevinde art arda mevsimler sökülür.
Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.
Yüzyıl sonra bugün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan varolmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.
Siz tebeşirle karatahtaya ne güzel yazan.
Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış.
Bakır kaptan günlük kokusu yayılır. Geceyle birlikte.
Gece de. Sen Serpin, sen Nuri, orda burada nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?
İki din var : siyah ve beyaz. Gerisi?..

2 Ekim 2011 Pazar

İbretiz

Ey insan! Bu kitabı sana ithaf ediyorum. Başının üstünden büyük bir rüzgar geçiyor. Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kudretli kaynağı uranyum'da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden kopararak çıkardığın korkunç tahrip aletinin patlayışından yükselecek alevi bekliyor. Ey bahtsız! tarihin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmaadın. Laboratuvarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin herşey arasında yalnız ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muhazzam dünya hartbinin kan ve göz yaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi. Bırak bu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah'ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde herbiri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan manevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma:

Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş,

Gör ne var maverada ibrethiz.

3 Şubat 2011 Perşembe

Tahir ile Zühre

Ateşe Yazgılı Pervaneler

Zühre doğan gün, Tahir onu kucaklayan ufuk.
Zühre can alan bakış, Tahir o bakıştaki sürme.
Biri gül, diğeri gül ile işveleşen rüzgar…


Aşığın elindeki kâr sadece aşk. Ve aşk yordamına sahip gönül, aşkın sürekli göçebesi. Hep yürümek zorunda o; kendinden aşka, aşktan sevggiliye. Ki aşkın yegane koşulu sevgiliyi aramaktır. Bulmakta aramaktır. Aşığın aşktan bütün nasibi, aramak…
Aşk, gönül konutunu aydınlatsın, bu yeter aşığa. Can konutu kime adanmış bunu bilsin yeter. Artık gizli kanatları vardır aşığın; yar ile arasına giren mesafelerin üzerinde, açılır kapanır gizlice. Aşk kalmamışsa kanatlar da hissedilmez. Ama aşk varsa, aşık sevgilidedir daima. Mesafeler ise aşk üzüntüsünün mecazı. Böylece bilir ki üzüntü kaldıkça aşk da var demektir.
Aşkın çilesini bir can çekişmesi gibi duysa da, sevgili hâyaliyle diridir o. Doğru aşk, geleceği olan aşk, böyle birbirinden can alıp veren sevgililerin aşkıdır, yaralar, ama yaralanmaz.

Ölüm Ne, Ayrılık Ne?

Aşk kalbe giren bir misafirdi, canı ecele teslim eder gibi hicrana yükleyip, uğurladı. Ki aşık için ayrılığın yıkımı ölümün yıkımından daha az korkunç değildir.
Ayrılık okuna galabe çalacak kalkan bulunamaz. O gelir ve yaralar. Bir umut varsa aşık için, o umut tecelli edene kadar yaranın ne kanı dine, ne sızısı. Ama ayrılık gelmişse ve bir umut da yoksa, ölümün klavuzu say hicranı. Gelir ve görünmez kapılardan kabre taşır aşığın bedenini. O kabirde yaşanan da azap veren bir hasrettir. Hasret ki acımasız bir el gibi sarılır boğaza nefesleri boğar, takati keser, canı yağmalar. Ne dönen dünya kalır ne gelip

23 Ocak 2011 Pazar

Felsefe ve Yaşam

Günümüzde felsefe, anlayışlı insanlar arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir yararı olmayan boş ve kuru bir söz olup kaldı. Bence bunun nedeni, felsefenin çevresini saran safsatalardır. Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz, asık yüzlü, çatık kaşlı ve belalı göstermek, büyük bir hatadır. Onun yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu somurtkan maskeyi kim takmış? Oysa felsefe, mutlu yaşamayı emreder bize. Üzgün ve buz gibi soğuk bir yüz, içimizde felsefenin barınmadığını gösterir.
Felsefeyi barındıran ruh, kendi sağlığıyla bedeni de sağlam etmeli. Huzur ve zindeliğin ışığı, ta dışarıdan görünmelidir. Dış varlığı kendi bünyesine uydurmalı ve böylece ona sevimli bir gurur, hareketli ve neşeli bir tavır, hoşnut ve güleryüzlü bir hal vermelidir. Onun durumu aydan daha yukarıda olan şeylerin durumu gibidir. Hem gizemli hem de rahat! Öğrencilerini çamur ve kir içinde yaşatan felsefe değil, Barocco ve Baraliptonculardır.* Onlar felsefenin sadece adını duymuşlardır. Yoksa nasıl olur? Felsefe ruhun fırtınalarını dindirmeyi, açlığı ve hastalığı sabırla karşılamayı bir takım uydurma falcı işaretleriyle değil, doğal ve somut yollarla öğretmeye çalışır.
Felsefenin amacı, erdemdir; bu erdem de okulların söylediği gibi sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel

29 Aralık 2010 Çarşamba

SOKAK ÇOCUKLARI

Sayfa no? Yok
Cilt no? Yok
Hane no? Yok
Ana adı?

Ben sokak çocuğuyum abi
Hani şu uçurtması gökyüzünde asılı kalan
Bilyelerini rüyalarında unutan
Ve oyuncaklarını masal kahramanlarına çaldıran çocuk varya
O benim işte , o benim abi
Sahi, bir annem olmalıydı değil mi?
Ben dudaklarımda sokakları besteliyorum oysa
Sahi abi, tadı nasıldı anne sütünün?
Anneler nasıl okşar çocuklarını
Anne kokusu nasıldır kimbilir?
Ana ha?
Bir anne çizebilirmisin benim için
Karanlığın kar soğuğu parmak uçlarına bir anne
Unutulmuş çocukların ürkek avuçlarına bir anne
Ve yanına beni eklermisin abi?
Tıpkı sulu boya resimlerdeki gibi
Sımsıcak…
Sahi abi, senin gözlerini kesmiyor değil mi
Bir köprünün soğuk gergin ve karanlık bedeni …
Sahi sen hiç seyrettin mi ay

20 Aralık 2010 Pazartesi

Aynadaki Yüzün Ağırlığı

''İnsansız Bir Doğa'' '  'Dostu Olmayanın Yalın Yüzü''
Bay de Rollebon hayli bunaltıyor beni. Ayağa kalkıyorum. Bu salgın ışıkta kıpırdanıyorum; ve ışığın, ellerimde, ceketimin yenlerinde değiştiğini görüyorum, nasıl tiksindiriyor beni anlatamam. Esniyorum, masanın üstündeki lambayı yakıyorum: belki lambanın ışığı gün ışığını bastırır diye yakıyorum. Ama yazık. Lamba yürekler acısı bir ışık demeti sezdirmekten öteye gidemiyor. Söndürüyorum. Ayağa kalkıyorum. Duvarda ak bir oyuk var, ayna. Daha doğrusu bir tuzak. Biliyorum düşeceğim tuzağa. Düştüm bile, aynada kurşini bir şey beliriyor. Yaklaşıyor ve bakıyorum, çekilip gidemem artık önünden.
Bu görünen kurşini şey, yüzümün yankısı benim. Bu yitik günlerde sık sık bakarım bu yüze. Hiçbir şey demiyor yüzüm bana. Başkalarının yüzlerinin bir anlamı var. Benimkinin yok. Güzel ya da çirkin olduğuna bile karar veremem. Çirkin olduğunu sanıyorum, çirkin olduğunu söylediler çünkü. Bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel çirkin denilebilirmiş gibi, yüzümde bir nitelik bulmaları, çirkin bile demeleri şaşırtıyor aslında beni.
Öyle ama, yanaklarımın, alnımın üstündeki o gevşek bölgelerde, yine de görmeye değer bir şey var: kafatasımı yaldızlayan bu kırmızı güzel alev, yani saçlarım. Bak işte onları seyretmek hoştur. En azından açık renk, saçlarımın kızıllığından

30 Kasım 2010 Salı

Aşk'ın Mitolojik Tarihi

Her şey bundan dokuz bin yıl önce bu topraklarda başlamıştı… Ana Tanrıça’yı bilirsiniz. İki yanında birer pars, bacaklarının arasında bir çocuk olan şişman ilk kadın tanrı. İnsnlığın ilk tanrısı. Anadolu’nun eski insanlarının onu neden tanrı olarak seçtiklerini biliyor musunuz? Çünkü erkekler kendi dölleyici rollerinin farkında değillerdi. Kadınları dölleyen şeyin rüzgar, yağmur, ırmak, yani doğa olduğunu sanıyorlardı. Bu düşünce o zamanlar için hiç de yadırgatıcı değil. İnsanlar kendilerini doğanın bir parçası olarak görüyorlardı. Doğumu bir büyü, bir mucize sanıyorlardı. Kuşkusuz bunda o dönem anaerkil sistemin yaşanıyor olmasının da payı vardı. Ama asıl etkili olan konu üremenin bilinmemesiydi. İşte bu bilinmezlik, insanlığın ilk tanrılarından birini Ana Tanrıça’yı yarattı. Bu düşünce öylesine etkiliydi ki, ataerkil düzene geçildikten sonra da Anadolu’da tanrıça kültü sürdü. Örneğin bizim ataerkil Hititler, Fırtına Tanrısı Teşup gibi erkek bir tanrıya sahip olsalar bile, Güneş Tanrıçası Hepat’tan ve Tanrıça Kupaba’dan asla vazgeçemediler.

Aşk da tıpkı tanrıça gibidir; yani muhteşem bir yanılsamadır. Öncelikle erkeklerin icadıdır. Erkeğin açmazı da budur işte. Bir yandan kadın kendine ait olsun diye aileyi kurar, öte yandan gözü komşunun karısında kalır. İlyada’daki Paris’in Helen’i kaçırmasını anımsayın, orta çağdaki şövalye aşklarını anımsayın. Ama kadınlar

14 Ekim 2010 Perşembe

Ninatta'nın Bileziği

Hoş geldin, ey, uzak yolların yolcusu,
ey, güzel haberlerin müjdecisi,
ey omuzlarında yılların bilge yorgunluğunu,
gözlerinde bilnmezin heyecanını taşıyan kişi,
yaşlı ülkeme,
Hattilerin bin Tanrılı toprağına,
güzel Hattuşa'ya hoş geldin...
Hastalanmış mutluluğa,
uzun ömürlü kedere, sona erdireceğin yasıma hoş geldin.
Öksüz sokaklara, kimsesiz meydanlara,
boynu bükük evime hoş geldin.

Seni bekliyordum.
Uzun geceler, uzun günler boyunca,
neşeli baharlar,
doygun yazlar,

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Bay Kişilik / Bayan Kimlik

   Kimlik, insanın stratejisidir diyenler yanılıyor; aslında strateji boyutuna getirilen kişiliktir. Kişilik ile kimliği ayırmak gerek. Kişilik, genetik bir varyasyondur, elinde tuttuğun sahip olduğun ve gerektiğinde ailenden de destek alabileceğin uzantılar taşır; oysa kimlik sosyal bir değişimdir. Olgudur. Soruyorlar: ‘’Yani diyorsun ki kişilik sende olandır; kişilik ise sende olanın çevreye uyarlanmış biçimidir? Öyle mi?!’’
  Hayır, uyarlanmak denmez ona. Uyarlanmak, bir değişim değildir. Benzeme, bir karşılık gelme biçimidir.
Çeviridir aslında. Kimlik; çevrenin ve hayatın etkisi altında kalmaktan çok onlarla birlikte kişiliğine yenilik ya da farklılık eklemektir. Örneğin yeşil gözlü bir anne ve babanın çocuğu yeşil gözlü olabilir; bu genetiktir. Ama bakmayı sosyal çevreden öğrenir. Sonuçta göz kişiliktir, bakmak kimliktir.
  Kişilik, olduğu gibi gelir genden. Değişmez, bükülmez. Kimlik ise yaşadıkça şekillenen bir yandır. Ne kadar zeki olsan da kıskançlığını yenemeyebilirsin. Bu kişilik parçasıdır. Ama insanın parti, ülke, ideoloji değiştirmesi ise kimliğiyle ilintilidir. Yaşadıkçadır. Öğrenilebilenbirşeydir kimlik.

6 Ağustos 2010 Cuma

Oyun Bitti

(Tiyatronun soyunma odası. Saffet aynanın karşısında makyajını silmek üzeredir. Elini yüzündeki takma sakala götürür. Kapı açılır, elinde bavulu ve paketi Coşkun girer, bavulu yere bırakır, üstüne oturur.)

COŞKUN: Ben gelmedim.

SAFFET (Yerinden fırlar): Neden yataktan kalktın Coşkun?

COŞKUN (bavulu bırakır): Neden evden kaçtın Coşkun?

SAFFET: Delirmişsin sen.

COŞKUN (Saffet’in yüzüne bakar): Oyun bitti mi?

SAFFET: Gece de oynayacağız. Fakat sen bu durumda dolaşamassın.

COŞKUN: Görüyorsun otururyorum; dolaşacak halim kalmadı artık.

SAFFET (üzüntüyle): Neden yatmadın? Neden kalkıp buraya geldin?

COŞKUN: Başka gidecek yerim kalmadı da. Hiçbir müessese beni kabul etmedi. Evlilik müessesesinin de evlilik dışı müessesenin de dışında kaldım.

SAFFET (Telaşla): hemen yatmalısın bu koca bavulla dolaşmak senin için ne demektir, biliyorsun.

COŞKUN: Biliyorum. Resmen sokakta kaldım demektir.

25 Temmuz 2010 Pazar

Kayıp Bilezik

Uzaklarda aşağılarda, Jumna çabuk ve duru olarak aktı. Yukarda ileriye doğru çıkık olan sahil, kaşlarını çattı.
Ormanlarla kararmış, ve sellerle çentik çentik olmuş tepeler etrafta çevrelenmişti.
Büyük Sikh hocası Govinda kayaya oturmuş, dua kitabı okurken, zenginliğine mağrur müridi Raghunath geldi, önünde eğildi ve ‘’size layık olmayan naciz hediyemi getirdim..’’ dedi.
Böyle diyerek hocanın önüne, pahalı taşlarla işlenmiş bir çift altın bilezik koydu.
Üstad, bunlardan birini parmağında çevirerek kaldırdı ve elmaslar ışık okları saçtılar.
Birden, bilezik elinden kaydı, ve sahile yuvarlanarak suya battı.
Raghunath, ‘’Heyhat!’’ diye bağırdı ve nehre atıldı.
Hoca gözlerini kitabına dikti; ve su, çaldığını aldı, sakladı, onunla birlikte uzaklaştı gitti.
Raghunath yorgun ve üzerinden sular akarak geri dönüp hocaya geldiği zaman gün ışığı sönmüş, erimişti.
Soludu, ve ‘’Nereye düştüğünü gösterirse gene bulur-çıkarırım..’’ dedi.
Üstad geri kalan bileziği aldı ve suya atarak:
- İşte orada! Dedi.
(Meyva Zamanı - Rabindranath Tagore)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Anlatmadan Anlaşılmak



Hilal gittiğinden beri günlerin çoğu sadece birbirimizi görerek geçiyor. Cafer’in en iyi tarafı bakışları, insanın zehrini alır gibi bakıyor. Böyle bakmayı kimden öğrendn sen? dedim bir gece . Nasıl? dedi. Böyle işte, içimin acısını alır gibi bakıyorsun. Acılaştı sesi, karımdan dedi, o çok bakardı insana.
Bazı geceler konuşacağı tutuyor, kopuk kopuk hikayeler anlatıyor kendisine ve karısına dair, oradan oraya atlayarak. Bir sıra izlemiyor, anlattığı hiçbir şeyin bir başı ve sonu yok. Sözgelimi karısının da adada doğduğunu, oldum olası birbirlerini tanıdıklarını anlatırken, sözü yazlıkçılardan birinin köyün çocuklarına saldıran köpeğine getirdği oluyor ya da iskelenin henüz yapılmadığı zamanlarda geminin açıkta demirlediğine, yolcuların sandallarla adaya taşındığına. Sözleri de hayatına benziyor, gedikler var, bütünleştiremiyorum. Karısını çok mu sevmiş, yoksa hala ölümünden dolayı azap mı çekiyor anlamış değilim, sorularıma doğrudan cevap vermiyor.
Ben de lokantacıdan öğrndim hikayesini. Hilal gittikten, içimde uyanmasını beklediğim şeyin ölmüş olduğunu anladıktan sonra.
..
Cafer’in hikayesi hakkında çok şey bildiği yok aslında, ama Cafer’in hiç sçzünü etmediği şeyi o söyledi.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Duanın Küstahlığı


Monoloğun sınırına, yalnızlığın ucuna varıldığında, -başka muhattap olmadığından- en yüksek diyalog bahanesi, Tanrı icad edilir. O’nun adını andığınız sürece cinnetinizin kılık değiştirmiş olduğu anlaşılmaz ve … herşey size mübah olur. Hakiki mümini deliden ayırt etmek güçtür; fakat onun deliliği yasaldır, kabul görür; saptırmaları her nevi imandan arınmış olsaydı, sonu tımarhane olurdu. Fakat bu saptırmalar Tanrı’nın güvencesi ve meşrutiyeti altındadır. Yaratıcı’ya hitap eden bir sofunun çalımı yanında, bir fatihin gruru bile soluk kalır… Nasıl buna cüret edilebilir? Sonsuzu elinin altında zanneden tiridi çıkmış bir yaşlı kadın şimdiye kadar hiçbir tiranın kalkışamadığı bir cüret düzeyine yükselirken, tevazu nasıl bir tapınak meziyeti olabilir?
Birbirne kavuşmuş ellerimin, muamma ve bayağılıklarımızın büyük Sorumlu’suna yakaracağı tek bir an için dünya tahtını feda ederdim. Oysa bu an herhangi bir müminin en sıradan vasfını teşkil eder –tıpkı resmi saat gibi. Fakat hakikaten mutevazı olan kişi, kendi kendine şunları tekrarlar: ‘’Dua edemeyecek kadar çekingen, bir kilisenin kapısından giremeyecek kadar ölgünüm; gölgeme boyun eğiyor ve Tanrı’nın dualarıma teslim olmasını istemiyorum.’’

16 Temmuz 2010 Cuma

Sabit Fikirlerin Kaymağı


İnsan cinnet tarafından korundukça etken olur ve ilerler; fakat sabit fikirlerin doğurgan zorbalığının elinden kurtulunca mahvolur ve çöker. Herşeyi kabul etmeye başlar; sadece ufak suistimalleri değil cinayetleri ve canavarlıkları da, kötü huyları ve saptırmaları da hoşgörüsüyle sarmalamaya başlar: Onun gözünde artık herşeyin değeri aynıdır. Kendi kendisini tahrip eden bağışlayıcılığı, suçluların, kurbanların ve cellatların tümünü kapsar; bütün taraflara katılır, çünkü bütün görüşleri benimser; jelatinimsi ve sonsuzluğa bulanmış olduğu için, bir nirengi noktası ya da musallat fikri olmadığı için, ‘’karakter’’ini kaybetmiştir.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Anti peygamber

Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar…
Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerinden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler: ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz…
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışılmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi ‘’benliğini’’ bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak ‘’benliğini’’ yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır…

Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak bu önerilerin nafileleikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi… huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızların taşkınlıkları… gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül kurgu haçlığı…

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Adam öldürmekle suçlanıp, anasının cezanesinde ağlamadı diye idam edilenin sözleri


Ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. ‘’Bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!’’ diye bağırdım. Ve hemen ardından, ‘’Artık bu şeylerden bıktım,’’ dedim. Bana hala tanrıdan söz etmek istiyordu. Ona doğru ilerledim ve son kez olarak çok az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. Bunu da Tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. Kendisine niçin, ‘’Pederim,’’ demediğimi, ‘’Efendim’’ diye seslendiğmi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. Bu soru sinirime dokundu: ‘’Pederim değilsiniz de ondan. Siz ötekilerden yanasınız,’’ dedim. ‘’Hayır evladım,’’ dedi, ‘’ben senden yanayım. Ama sen bunu anlayamassın, çünkü yüreğin herşeye kapalı. Senin için dua edeceğim.’’
O zaman, bilmiyorum niçin, niçin içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi yok olmaktansa yanmamın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiç biri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi.

13 Temmuz 2010 Salı

Zebercet'in Ölümü

Ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı. Ceketini, pantolonunu, kazağını sandalyenin arkalığına koymuşken aldı, askıya astı. Don-gömlek yatağa çıkıp masayı yokladı, bastırdı; dengesini koruyarak ağır ağır üstüne çıktı doğruldu. Ak abajurun üstünden kısa kurşun boruyu iki eliyle tutup çekti, asıldı; bir çatırtıyla birlik borunun tavana bağlı olduğu yerden küçük bir tahta parçası koptu; saçlarına yüzüne tpzlar düştü. Yatağa atladı; yere indi. Kurşun borunun ucunda abajur yana kaymış sarkıyordu. Kayrola demirindeki ipi alıp yürüdü; dış kapının yanındaki odadan ekmek bıçağıyla havanelini alarak ikinci kata çıktı. 2 numaraya girdi. Karyolayı önce ayak ucundan sonra baş ucundan iterek pencereden yana çekti. Odanın ortasında, havaneliyle bıçağın sapına vura vura muşambadan büyücek bir parça kesip attı. Yüzü sarıydı, katıydı. Soluğu sıklaşmıştı. Sırtını kayrolaya yaslayıp bir süre muşambayı kestiği yerdekiyıpranmış, renkleri koyulaşmış tahtalara baktı. Yıllar yılı kimbilir nereden, nasıl getirilip çakılmışlardı buraya. ….genç beslemelerin haftada bir keçeleri, kilimleri, halıları minderleri kaldırarak, dizleri üstünde emekleyerek, … yanlarındaki kovarla ıslattıkları bezlerle, tahta fırçalarıyla ovdukarı, sildikleri bu tahtalar içlerine işleyen suyla neredeyse koflaşmışlardı.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir ''kaybediş'in'' öyküsü

Bir ara karıncaları düşündü. Yağmur dinince saklandıkları yerlerden çıkıp, tatlıcının tek parça, büyük camından gördüğü caddeleri dolduranlar, bir çalışma, didinme mutluluğu içinde yürür gibiydiler. Yarım saat önce girdiği bu tatlıcı dükkanının önündeki küçük alanda değneğini sallayan trafik polisini görünce, çok eskiden gene burada oturduğu bir günü hatırlamış; bir bardak portakal suyu içmiş; sağındaki karyağdı paltolu adamın baklava yediğini bilmekten gelen iç bulantısıyla –başkalarının iştahla yiyebilmeleri alçakça bir haksızlıktı- yağmur dinince çıkıp bir sinemaya gitmek kararını vermişti. Oysa şimdi karıncaları düşünüyordu. Sinemaya gitse, biliyordu, başının ağrısı artacak, içinde hep o bir yere geç kaldığı duygusu olacaktı. O yer belki de burasıydı. ‘’Neden olmasın? Onu bu şehrin bir yerinde görmeyecek miyim? İşlerine çabuk varma telaşındaki şu karınca sürüsünün arasına karışmaktan şaşırmış, neden bu camın önünden geçmesin?’’ kulakları caddenin gürültüsüyle doluydu. İnsanların, taşıtların geliş gidişini yönelten trafik polisini, elindeki değnekle, bestecisi bilinmeyen bu kötü, sıkıcı senfoniyi çaldıran zevksiz bir orkestra şefine benzetti. Camın önünden geçecek ilk kadının arkasından gitmek niyetiyle hazırlandı.

2 Temmuz 2010 Cuma

Firmin; Hümanist Entel Serseri


Bir yabancılaşma öyküsü; ''İşte O''

‘’Havuzun kenarında arka ayaklarımın üzerinde durarak ve elimden geldiğince yukarıya uzanarak ilk defa kendimi görmüş oldum. Doğal olarak daha önceden aile efradımı görmüştüm ve sanırım onlara bakarak kendi görünüşümü de tahmin etmeliydim. Fakat o kadar önemli noktalarda birbirimizden ayrışıyorduk ki görünüşümüzün de farklı olacağını tahmin etmiştim; safça bir tahmin olduğunu anladım.
Sonuçta kendimi ilk görüşüm sıradan bir fareyi görmekle aynı değildi. Çok daha kişisel ve acı bir deneyimdi. Shunt veya Peewe’nin (kardeşleri) iğrenç suluetlerine bakmak kolay olsa da kendimin benzer haline bakmak korkunçtu. Bu acının yoğunluğunun kibrimle eşit orantıda olduğunu farkettim ama bu beni daha büyük bir hayal kırıklığına itti. Sadece çirkin değil bir de kibirliydim, kibirli olduğum için de aynı zamanda gülünçtüm de. İşte tam önümde duruyordu yansımam, hafif bükülmüş olsa da inkar edilemez bir gerçeklikte: kısa boylu, kalın belli, kıllı ve çenesiz. Tam bir maskara.

22 Mart 2010 Pazartesi

Sessizlik Üzerine


Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar -insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız. Sessizlik, duyularla algılananların tümünün doruk noktasıdır. Söylenen sözcük, sessizliğe yapılmış bir müdehale, bütünlüğe yapılmış bir tecavüzdür. Sözcükler toplam deneyimimizin küçücük bir bölümünü bulandırır, farklılaştırır, sınıflandırır ve en sonunda onu yeni baştan düzenler. Bu, durgun suya bir taş atıp oluşan halkalar yüzünden suyu eskisi kadar açık seçik görmemeye benzer. Bu bağlamda sözcük, taşın kendisidir.
Konuşulan söz totaliterdir. Buyurur. Sahiplenir. Öteki sözleri dışarıda bırakır. Ağzımızdan çıktığı anda, hiyerarşik bir ilişki yaratır: Bir konuşan, bir de dinleyen vardır. Söz alışverişlerine dayanan tüm ilişkilerde, birinin ötekine egemen olma durumu vardır. Konuşulan söz, bizzat konuşma eylemi, insanın insana hükmettiği düzenin çok önemli, ayrılmaz bir parçasıdır. Sözcükler, insanların denetlenmesi ve birbirlerini denetlemeleri için şarttır. Sessizliği ilk kimin bozacağını belirleyen hiyerarşik düzenler vardır. Sessizliği ilk bozan, çoğunlukla, hakim durumdaki kişidir: ''Sana söz verilmeden konuşma!'' Karşılıklı konuşma sürecinde, konuşma sırasını, yani hakim rolü ele geçirmek için, çoğu zaman bir yarışma başlar. ''Haklısın'', ''anlıyorum'' sözcükleri, görüş birliğini doğurmaktan çok, konuşmayı kesmek ve sözü devralmak için kullanılır. Konuşmadaki güç ilişkisi, toplumsal sınıf, yaş ve cinsiyet farklılıklarını yansıtır. Konuşma eylemi, bütün bu ilişkilerdeki hükmetme- boyun eğme düzenini güçlendirir. Sömürülen, ezilen kişi, eşitlik sağlamaya çabalarken aynı ilişkiye öykünür, ezenin sözlerini kullanarak onun pozisyonuna sahip çıkmaya uğraşır ve böylece, biçimsel olarak, ezenin yerine geçer.
İnsanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey, sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, yine sessizliktir.Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaad eden şey, yine sessizliktir. Hayal gücümüzü zenginleştiren, sessizliktir. Deneyimleri sözcüklere dökmek, o deneyimlerden bir şey alıp götürür. Daha az sözcük kullanmak iletişim kuramadığımızı göstermez ille de. Daha ziyade, dilin ''dışlama'' eylemiyle tezat oluşturan bir paylaşma sürecidir bu. Sessizlikte daha çok şey izleyebiliriz. Sessizlikte geçmişi, bugunü ve geleceği görürüz. Konuşma sırasında, her şeyi zaman içine ve genellikle de içinde bulunduğumuz ana oturturuz. Konuşmak ''geçici bir ölümsüzlük'' peşinde boşu boşuna koşmaktır. ''Ben varım'' çığlığıdır bu. Sessizlik, zamanla ve sonsuzlukla olan ilişkimizin bilincidir. Sessizlik çok boyutlu, çok duyumludur. Konuşma, kategorik ve buyurucu üslubuyla, beş duyumuzun ancak bazı deneyimlerini aktarabilir. Sessizlik ise beş duyumuzla algıladıklarımızın toplamıdır, hatta bundan da fazlasıdır. Sessizlik, olana aczimizle söze dökmeye çabaladığımız bir şeyi, ''duyum ötesi algılama'' diyebileceğimiz bir durumu da içine alır.
Sözler, hayatta ölçülemeyen ya da kıyaslanamayan kavramları belirler ister istemez. ''Daha az ve daha çok özgürlük'', ''güzel, daha güzel, en güzel''. Hayır! Belki ''hızlı, daha hızlı'', ama ''en hızlı'' ya da ''en güzel'' asla olamaz.
(Cehenneme Övgü - Gündüz Vasssaf)

16 Mart 2010 Salı

Kitabın durumu...



''Hiçbir hakiki bilgi kırıntısına sahip olmaksızın, sırf herşey hakkında çene çalıp gevezelik yapabilmek için, edebiyat tarihlerini okuma yönündeki günümüzün yaygın saplantısına karşı bir panzehir olarak, izin verin size Lichtenberg'den -gerçekten okunmaya değerdir- bir pasaj zikredeyim: ''Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkansızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunulur, hatta tetkik ve tenkit edilir; ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.'' .''
(Schopenhauer - Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine)

10 Ocak 2010 Pazar

Gerçek Öz'ümüz


''Ve dünya büzüldü, son sibermatik devrimin yarattığı teknolojiyle hergün biraz daha gözler önüne serilen sonsuz olasılıklarla birlikte küçüldü, küçüldü. Kendi küçük dünyasında, en temel ihtiyaçlarından yoksun bırakılan, sevgisizliğe, nefrete itilen küçücük insan, kendisi olmanın verdiği umutsuzlukla, orada, bir yerlerde onu bekleyen sonsuz seçeneklerin varolduğu duygusuyla, olmadığı bir şey olmaya ''ideal'' olmaya karar verdi.
gündelik yaşamın ezici zorunluluklarından kurtulup, sonsuz güçlere ulaşmak için, Faust gibi şeytanla anlaşma yaptı. Benliğini sürgüne gönderdi. Ruhunu sattı. Kendine yabancılaştı. Kendini, doğallığını, özünü kaybetti. Kendi yarattığı mekanik, robotsu dünyanın mekanik parçası oldu. Oysa içinde sonsuz güzellikler barındıran bir evren vardı. Bir ''gerçek özü'' vardı. ''Gelişme çiçeklenmek isteyen, ister sevinç, özlem, sevgi olsun; ister öfke, korku, mutsuzluk olsun, duyguların kendiliğindenliğini besleyen ya da yadsıyan; evet ya da hayır diyen; kendiliğindenlik tepkileri üreten ve böylece yaratıcı, kendisiyle ve dünyayla barışık, kendi sorumluluğunu üstlenen bir birey olmasını sağlayabilecek olan ''gerçek özü'' vardı. ''
.
.
''Gerçek özü''müz sürgünden dönebilir. Yeterli arzu ve çabayla kendimizi bulup yine kendimiz olailiriz.''
(Nevrozlar ve İnsan Gelişimi, öz gerçeklekleştirme kavgası- Karen HORNEY)

9 Ağustos 2009 Pazar

Etik


''Etiğin işlevi insanın kusurları üzerine ısrar edip ''günahlar''ı yüzünden azarlamak değil, insanın en iyi içgüdülerine hitap ederek olumlu yönde hareket etmektir. Etik, onlarsız ne hayvanların ne de insanların toplumlar halinde yaşayabileceği birkaç temel ilkeyi belirler ve açıklar ama sonra bunlardan daha üstün birşeye başvurur. Sevgi, cesaret, kardeşlik, kendine saygı, kişinin idealleri ile uyumu.
İnsana, eğer fiziksel, düşünsel ve duygusal tüm güçlerin tam bir kullanımını bulabileceği bir yaşam istiyor ise, böylesi bir yaşamın değerlerine saygısızlık yolundan ulaşılabilir olduğu fikrini, ebediyen terk etmesi gerektiğini söyler.''

(P.A. Kropotkin- Etik)
Darwin'in Ahlakı (Toplumsallık İçgüdüsü)
Darvin, yaşadığı süre içerisinde ahlak duygusunun her birey tarafından ayrı ayrı kazanılmasının, doğal olarak, ''genel evrim teorisinin ışığında en azından son derecede olasılık dışı'' olduğunu düşündü ve bu duyguyu aşağı hayvanlarda, muhtemelen insanlarda da içgüdüsel ya da doğuştan olan toplumsal duygudan çıkardı. Darwin, tüm ahlaki duyguların temelini, ''hayvanların hemcinslerinin oluşturduğu topluluktan haz almasına, onlara karşı belli bir miktar duygudaşlık hissetmesine ve onlarda çeşitli hizmetlerde bulunmasına yol açan toplumsal içgüdülerde'', gördü;duygudaşlık burada tam anlamıyla anlaşılmalıdır; bir ortaklaşa acı çekme ya da ''sevgi'' duygusu olarak değil, bir ''yoldaşlık duygusu'' ya da karşılıklı duyarlılık olarak başka birisinin duygularından etkilenebilme yeteneği anlamında.
Bacon'un Toplumsallık Anlayışı
Büyük yapıtı, ''Bilimlerin Büyük Canlanışı''nda Bacon şöyle yazar: ''Bütün şeylere iki tür iyilik için bir açlık verilmiştir; biri bir şeyin kendi içinde bir bütün olması, diğeri ise daha büyük bir bütünün bir parçası olmasıdır ve bu ikincisi diğerinden daha değerli ve daha güçlüdür; zira daha geniş bir biçimin muhafazasına yatkındır. İlkine bireysel ya da kendine iyilik, ikincisine ise topluma iyilik denilebilir... Ve böylelikle, genelde açlıkları, daha genel olan biçimin muhafazası düzenler.''
Sokrates ve Erdem
''Erdem, tanrılardan gelen bir vahiy değil, neyin hakikaten iyi olduğuna, insanın başkalarını baskı altına almadan onlara adil davranarak yaşayabilmesini, yalnızca kendisinin değil toplumun da hizmetinde olmasını sağlayanın ne olduğuna dair, doğal olarak varolan rasyonel bir bilgidir.''

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Karıncaların Toplumsallığı



''Bir karınca yuvasını ele alırsak, yalnızca her iş tanımının -yavruların yetişirilmesi, yiyecek arama, inşaat, yaprak bitkilerinin yetiştirilmesi vs.,- gönüllü karşılılı yardımlaşma ilkelerine göre gerçekleştirildiğini görmekle kalmayız; ayrıca, Forel ile birlikte, bir çok karınca türünün yaşamının, ana temel özelliğinin, her karıncanın çoktan yutulmuş ve kısmen sindirilmiş olan yiğeceğini topluluğun isteyen
  bütün üyeleriyle paylaşma zorunluluğu olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Farklı iki türe ait ya da iki düşman yuvaya ait karıncalar, arasıra bir araya geldiklerinde birbirlerinden kaçınırlar. Ama aynı yuvaya ya da aynı yuvalar kolonisine ait iki karınca birbirlerine yaklaşır, anten leriyle bir kaç saniye birbirlerine selam verirler ve ''eğer bir tanesi aç ya da susamış ise ve özellikle diğerinin kursağı doluysa, hemen yiyecek ister.'' Kendisinden böyle bir ricada bulununlan birey bunu asla reddetmez; alt çenesini ayırır, uygun bir konum alır ve aç karıncanın yemesi için bir damla şeffaf sıvıyı midesinden ağzına getirir. Başka karıncalara bu şekilde (serbestlikle) yiyecek sağlama karıncalrın yaşamında o kadar belirgin bir özelliktir ve hem aç yoldaşların hem de larvaların beslenmesi için o kadar sıklıkla kullanılır ki Forel karıncaların sindirim borularının iki farklı kısımdan oluştuğunu düşünür: Arka kısım bireyin özel kullanımı için, ön kısım temel olarak topluluğun kullanımı içindir. Eğer kursağı dolu olan karınca bir yoldaşını beslemeyi reddedecek kadar bencillik ederse, ona bir düşman hatta kötü bir şeymiş gibi davranılır. Eğer bu ret, akrabaları başka bir tür ile savaşırken gerçekleşmisse, aç gözlü bireyin üzerine düşmanlarına karşı duydukları hiddetten daha büyük bir hiddetle yürürler. Ve eğer bir karınca düşman bir türe ait bir karıncaya beslemeyi reddetmemişse, o karıncanın akrabaları tarafndan bir dost olarak görülür. Tüm bunlar çok keskin gözlemler ve deneyler tarafından doğrulanmıştır.''
(P.A. Kropotkin- Karşılıklı Yardımlaşma)


12 Temmuz 2009 Pazar

Marx'ın Hükümeti (Halkın Devleti)


''Ama, bize söylendiğine göre, Marx'ın Halkın Devleti'nde, hiç bir biçimde ayrıcalıklı bir sınıf olmayacaktır. Herkes, yalnızca hukuki ve siyasi açıdan değil, ekonomik açıdan da eşit olacaktır. Ben, her ne kadar bu meselenin ele alınış tarzını ve izlenmek istenen yolu göz önüne aldığımda bu vaadin tutulacağı konusunda epey kuşkuluysam da, en azından, verilen söz budur. Bundan böyle ayrıcalıklı bir sınıf olmayacak, ama bir hükümet olacaktır, üstelik burasını iyi not edin, bu hükümet, bu güne kadar tüm hükümetlerin yaptığı gibi kitleleri siyasal olarak sevk ve idare etmekle yetinmeyen, ama aynı zamanda üretimi kendi eline alarak zenginliğin eşit bölüşümünü, toprağın işlenmesini, fabrikaların kurulmasını ve geliştirilmesini, ticaretin örgütlenmesini ve yönetilmesini ve nihayet tek banker olan Devlet aracılığıyla sermayenin üretime sokulmasını sağlayan son derece karmaşık bir hükümet olacaktır. Bütün bunlar, hükümette, muhazzam bir bilgiye ve ''kafalara sığmayan beyinlere'' sahip insanların varlığını gerektirir. Bu hükümet, bugüne kadar kurulmuş olanların en aristokratik, en despotik, en kibirli ve en küstahı olan bilimsel bir entelijensiyanın egemenliği olacaktır. Yeni bir sınıf, gerçek ve sözde bilimadamları ve eğiticilerin yeni bir hiyerarşisi doğacak ve dünya, bilgi adına yöneten küçük bir azınlık ile muhazzam bir cahiller yığını halinde bölünecektir. Ve o zaman, vay cahiller yığınının haline!
Böyle bir rejim, kitleler arasında önemli bir hoşnutsuzluk doğuracak ve onları denetim altında tutmak için, Marx'ın aydınlanmacı ve kurtarıcı hükümeti, hiç de azımsanmayacak büyüklükteki bir silahlı güce ihtiyaç duyacaktır. Çünkü, Engels'in dediği gibi, hükümet kaba ayaklanmalarıyla herşeyi, hatta kafalarına sığmayan beyinlere sahip insanlar tarafından yönetilen bir hükümeti bile ezip yıkabilecek milyonlarca cahil arasında, düzeni koruyabilmek için güçlü olmalıdır.
Çok açık olarak görülebilir ki, Marx'ın programının bütün o demokratik ve sosyalist söz ve vaatlerine karşın, onun hükümetinde de, şekli ne olursa olsun, bütün devletlerin gerçek despotik ve baskıcı doğasını oluşturan her şey mevcuttur; ve son tahlilde, Marx'ın o kadar hararetle tavsiye ettiği Halkın Devleti ile Bismarck'ın hem güç hem de ustalıkla koruduğu aristokratik-monarşik Devleti, hem içerideki hem de dışarıdaki amaçlarının doğası itibariyle, aynıdır: Dış ilişkilerde aynı askeri güç kullanımı, yani, fetih; iç ilişkilerde ise, sürekli inanmaktan, umutlanmaktan, boyun eğmekten bıkıp ayaklanmak için ayağa kalkan kitlelere karşı tüm tehdit edilen siyasal güçlerin son başvurduğu çare olan, silahlı güç kullanımı.''

(M. Bakunin-Tanrı ve Devlet)

10 Temmuz 2009 Cuma

İnanmanın Doğası

''Bu korkunç dinsel çılgınlığın tarihsel gelişmesinin, bizi hala ezen ve meşgul eden, ilk ve en zor adımı, dünyanın dışında var olan salt kutsal bir dünya fikrini ortaya atmaktır. Fizyolojik bakış açısından bu son derecede doğal ve sonuçta insanlığın tarihinde zaruri olan bu çılgınlığın ilk eylemi, öyle tek bir hamlede tamamlanmaz. bu inancın gelişmesi ve insanların zihinsel alışkanlıkları üzerinde yönetici bir etkiye sahip olması için, aradan kimbilir kaç yüzyıl geçmesi gerekmiştir. Ama bir kez bu inanç gelişti mi, insan beynini hükmü altına alan her çılgın fikir gibi, karşı konulmaz bir hal alır. Çılgınlığın konusu ne olursa olsun, bir çılgınlığı inceleyin: Göreceksiniz ki onun zihnini meşgul eden karanlık ve sabit fikir, ona dünyanın en doğal şeyiymiş gibi görünür. Bu sabit fikir ile çelişen gerçek şeyler ise onun gözünde, tam tersine, iğrenç ve saçma çılgınlıklardan başka bir şey değildir. Evet, din kollektif bir çılgınlıktır ve bireysel çılgınlıktan daha güçlü bir çılgınlıktır, çünkü geleneksel bir nitelik taşır ve kökenleri uzak geçmişin içinde yitip gitmiştir. Kollektif çılgınlık olarak, o, halkların özel ve kamusal varlıklarının en derin noktalarına kadar sızmıştır; toplumda cisimleşmiştir; ve tabir caizse, kollektif ruh ve düşünce haline gelmiştir. Her insan doğduğu andan itibarenn onunla sarılıp sarmalanmıştır; anasının sütüyle birlikte onu emer; dokunduğu gördüğü her şeyde onu özümser. Onunla öylesine beslenmiş, onunla öylesine zehirlenmiş ve bütün varlığına onun tarafından öylesine nufuz edilmiş ki, daha sonra, doğal aklı ne kadar güçlü olursa olsun, kendisini ondan kurtarmak için akla hayale gelmeyen çabalar harcamak zorunda kalır ve buna rağmen ondan tam olarak kurtulmayı asla başaramaz.
(M. Bakunin-Tanrı ve Devlet)

Dinin Doğuşu

Çocukların, gençlerin, hatta yetişkinlik çağını epeyce geride bırakmış bir çok insanın bize sağladığı örnekler gösteriyor ki, insan akılsal yeteneklerini, onları kullanma şekli konusunda kendisiyle bir hesaplama yapmadan, bu konuda açık bir bilince sahip olmadan çok önce kullanabilir. Aklın, kendisiyle ilgili bir bilince sahip olmadan işlediği bu süre boyunca, masum ya da inanan zekanın bu eylemi sırasında, dış dünyayı kafasına takmış olan, insan, yaşam denen bu içsel üvendire ve onun yarattığı çeşitli gereksinimlerle dürtülmüş olarak, bir dizi imge, kavram ve fikir yaratır. Bunlar, başlangıçta kaçınılmaz olarak, mükemmel olmaktan uzaktırlar ve ifade etmek için büyük bir açlık duydukları şeyler ve olguların gerçek durumunu çok az yansıtırlar. Henüz kendi zeka eylemlerinin bilincinde olmayan, bu imgeleri, bu kavramları, bu fikirleri kendisinin ürettiğini ve üretmeye devam ettiğini anlamayan, bunların tümüyle subjektif -yani insani- kökenini göremeyen insan, doğal olarak, bunları objektif varlıklar, kendisinden tümüyle bağımsız, kendi başlarına ve kendi içlerinde var olan gerçek varlıklar olarak ele almak zorundadır.
Hayvansal masumiyetten yavaş yavaş sıyrılan ilkel halklar, tanrılarını işte böyle yaratırlar. Bu yaratma işini gerçekleştirdikten sonra da, gerçek yaratıcıların kendileri olduğunu hiç akıllarına bile getirmeden, onlara tapınırlar. Yarattıkları bu varlıkları, kendilerinden sonsuz derecede üstün gerçek varlıklar olarak gördüklerinden, onlara kadiri mutlak olma özelliğini atfeder ve kendilerini bu kadiri mutlak varlık tarafından yaratılmış varlıklar, onların köleleri olarak kabul ederler. İnsan düşüncesinin gelişme hızı ölçüsünde, ters çevrilmiş bir imajın fantastik, ideal, şiirsel bir yansımasından başka bir şey olmayan bu tanrılar, idealize edilirler. Başlangıçta kaba fetişlerden oluşurken, giderek görünür dünyanın dışında varlıklarını sürdüren saf ruhlara dönüşür ve sonunda, uzun tarihsel bir evrim süreci içinde, dünyaların yaratıcısı ve efendisi, ebedi, kutsal Ruh, te bir Kutsal Varlık halinde bir araya gelerek kaynaşırlar.''

(M. Bakunin-Tanrı ve Devlet)

Bilim ve Sanat

''Bilim, soyutlamalar alanının dışına çıkamaz. Bu bakımdan sanatla kıyaslandığında daha alt düzeydedir. Sanat da genel tipler ve durumlarla özel olarak ilgilenir, ancak bunları kendi yaratıcısı olan formlar içinde cisimleştirir. Bu formlar, gerçek anlamda bir yaşama sahip olmasalar da, hayalhanemizde yaşama ilişkin anı ve duyguları harekete geçirirler; sanat, bir anlamda kavradığı tipleri ve durumları bireyselleştirir; etten kemikten yapılmamış ve sonuç olarak sürekli ve ölümsüz, yaratma gücüne sahip, bu bireyselleştirmeler aracılığıyla, gözlerimizin önünde görünüp kaybolan gerçek bireysellikleri zihnimizde canlandırır. O zaman, sanat, adeta soyutlamaların yaşama dönüşüdür; bilim ise, tam aksine, gelip geçici ama gerçek yaşamın, ebedi soyutlamaların sunak taşında sürekli kurban edilmesidir.
(M. Bakunin- Tanrı ve Devlet)

Çağdaş Eğitim ve Otorite

''Çocukların tüm eğitim ve öğretimi, imana değil aklın bilimsel gelişmesine; sofuluk ve itaate değil, kişisel saygınlığın ve bağımsızlığın gelişmesine dayandırılmalıdır; ve her zaman ve her yerde, kutsallığa tapınmanın yerini, ne pahasına olursa olsun, gerçeğe ve adalete, hepsinin üstünde de insanlığa saygıya tapınma almalıdır. Otorite ilkesi, çocuğun eğitiminde doğal bir çıkış noktası oluşturur. Bu ilke, henüz aklı ermeyen küçük yaştaki çacuklara uygulandığında yasal ve gereklidir. Ancak, her şeyin ve sonuçta eğitimin de, gelişimi içinde çıkış noktası aşama aşama inkar edileceğinden, eğitim ve öğretim ilerledikçe, bu ilkenin uygulanmasına daha az yer verilerek özgürlüğün dozu arttırılmalıdır. Her akılcı eğitim, temelde, otoritenin özgürlük lehine yavaş yavaş bir yana bırakılmasından başka bir şey değildir. Eğitimin zorunlu amacı, nihai olarak, başkalarının özgürlüğüne sevgi ve saygıyla dolu özgür insanların yetiştirilmesidir. Bundan ötürü, çocuk daha henüz yeni yeni konuşmaya çalışırken başlayan eğitimin ilk gününde otorite her şey özgürlük ise hiçbir şey iken; eğitimin son gününde özgürlük herşey olmalı, hayvansal ya da kutsal otorite ilkesi geride en küçük bir kırıntı kalmamacasına ortadan kaldırılmalıdır.''
(Michail Bakunin-tanrı ve devlet)